Buenos Aires’ten İstanbul’a: Neyi, Nasıl ve Neden Okumalıyız?
Bulunduğumuz ‘an’da zamanı durdurup yazın dünyasına bakarsak uçsuz bucaksız bir okunacak kitaplar okyanusu ile karşı karşıya kalırız. Bundan sonra tekbir satır dahi yazılmazsa yine de yazılanların hepsini okumaya ömür yetmeyecektir. Bu durumda ne yapacağız? Hangilerini okuyup hangilerini eleyeceğiz? Yapacağımız elemenin kıstasları neler olacak? Bu düşünceler ‘okumak neden bu kadar önemli?’ diye bir soru daha doğuracak. Anlatı geleneğinde ilk metinler, (destanlar, masallar, kutsal kitaplar, tragedyalar) Tanrılar bilinmek istediği için insanları kendi suretinde yarattığını yazar. Tanrı’nın suretinde var olan insan da bilinmek istedi ve böylece anlatılar ortaya çıkmaya başladı. İlk sözlü hikâyelerden günümüz roman sanatına kadar süren bir serüven söz konusu. Bu süreç içerisinde söylemek (anlatmak) ve daha sonra yazmak eylemi, insanın kendisini ifade ediş tarzları arasında yerini aldı. Yazmak elemi doğal olarak beraberinde okumak eylemini de getirmiş oldu.
Okumak!
Beyaz sayfalardaki siyah lekelerin zihnimizde anlam bulması ve sese dönüşüp ağzımızdan dışarı çıkması. İnsanlığın bulduğu en karmaşık ev en muazzam şeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor çoğu zaman. Yazıyı bulan Sümerlere çok da uzak olmayan bu yerde, artık elektrik fişine bile gerek olmadan dizüstü bilgisayarımda, klasik müzik eşliğinde, afili cümleler yazmaya çalışırken, beğenmediğim harf ve kelimeleri ya da yanlış yazdıklarımı tek tuşla silebiliyorken, aklıma kil tablet üzerine yazılan ilkyazı işaretleri geliyor. Koyun ya da herhangi bir mal saymak için kullanılan o kil tabletlerin günümüz karmaşık dijital tabletlere dönüşmüş olması ne kadar değişirsek değişelim bir şeylerin hep aynı kaldığını da gösteriyor. Böylece aramızdaki mesafenin kısalık ve uzunluğu da muğlaklaşıyor. Ben bu argümanlar ve imkanlarla okumak eylemi üzerine düşünürken takriben bundan yarım asır önce buradan çok uzak bir memlekette, Arjantin’in Buenos Aires kentinde Alberto Manguel Okumanın Tarihi isimli eserine şu satırları ekliyordu: “Akla sığmayacak kadar uzak bir öğle sonrasında bu iki tableti (1948 yılında, Tel Brak, Suriye’de M.Ö. dördüncü bin yıldan kalma iki kil tablet) okuyan puslu bir geçmişteki Sümerli atam gibi, yüzyıllar ve denizler ötesinde odamda, masamda oturmuş dirseklerim sayfanın üstünde, çenem avucumda, ara sıra dışarıda değişen ışıklar ya da sokaktan yükselen seslerden bir an için soyutlanmış ben de okuyorum.” Alberto Manguel bu cümlelerle birlikte bizi okumak eyleminin peşinden düşsel bir yolculuğa çıkartıyor ve kitabına Virginia Woolf’tan şu alıntıyla başlıyor: “Okuma isteği, gamlı ruhlarımıza nefes aldıran tüm istekler gibi, irdelenebilir.”
Manguel ile birlikte okumanın tarihini sorgulasak da hala “ne okumalıyım?” sorusu yerli yerinde duruyor. Bu soru için de yine bundan seksen yıl önce İstanbul’da yazılmış bir eserden bahsedeceğim. Erich Auerbach’ın Mimesis isimli eseri.
Yetkin bir dil bilimci olan Auerbach, 1935 yılında Nazi Almanya’sından kaçıp İstanbul’a yerleşir. Orada edebiyat üzerine dersler verir ve Mimesis isimli çalışmasını kaleme alır. Mimesis, (Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri) eseri, mimesis kavramı üzerinden anlatıların peşine düşüyor. Auerbach, Batı edebiyatı için iki kaynak belirliyor. Biri Antik Yunan anlatıları diğeri Eski ve Yeni Ahit. Bu iki kaynağın zaman içerisinde nasıl bir değişime uğrayarak günümüz roman sanatına dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Bu keyifli okuma deneyimi adeta Manguel’in bayrağını devralarak bizi sorumuzun yanıtına yavaş yavaş götürüyor. Kitapta; Homeros, Kitab-ı Mukaddes, Aziz Augustinus, Ammianus Marcellinus, şövalye romanları, Dante, Boccaccio, Antoine de la Sale, Shakespeare, Rabelais, Montaigne, Cervantes, Stendhal ve Virginia Woolf gibi önemli yazar ve metinleri ele alarak bize bir okuma ve edebiyat tarihi panoraması sunuyor.
Auerbach’ın, bu yazar ve eserleri ele almasının bir nedeni var. Bu eser ve yazarlar edebiyat tarihinin birer ‘kanonu’ niteliğindedir. (Kanon kavramını, edebiyata evrensel anlamda damga vurmuş eserler için kullanıyorum.) Ortaya çıktıkları dönemin yazın geleneğinin dışına çıkarak yeniliğin habercisi oluyorlar. Onların bu yenilikçi yanları tuhaf biçimde bir evrensellik de barındırıyor. Bu yüzden kalıcı ve hep yeni kalmayı başarıyorlar. Örneğin, Montaigne bakalım. Deneme türü deyince akla ilk gelen isim olan Montaigne, bu türün ilk eserlerini vermiş değildir. Ondan önce deneme türünde metinler yazmış çok yazar vardı. Montaigne’nin farkı ve önemi ise şuradan kaynaklanıyor: Auerbach’ın tespitlerine göre, ilk defa, yazının muhatabı yazarın kendi benliği oluyor. Montaigne, daha ilk denemesinde merkeze kendisini alarak anlatmaya başlıyor. Onun bu durumu, elbette döneminden bağımsız düşünülemez. 16. Yüzyıl insanı olan Montaigne aynı zamanda bir Rönesans aydınıydı. Değişim çanlarının çaldığı bir dönemde bu hamle daha sonra ortaya çıkacak olan modern insanın ilk habercilerindendi aynı zamanda. Cervantes’in Don Kişot eserine baktığımızda ise göreceğiz ki kendisinden önce yazılmış romans türünün bir parodisi ve aynı zamanda modern romanın ilk örneğidir. Erich Auerbach, bu şekilde her eseri hem içerik hem de biçim açısından ele alarak edebiyat tarihine etkilerini titizlikle analiz ediyor.
Burada ana sorumuzun cevabı şekillenmeye başlıyor. Edebiyatta evrensel anlamda kabul görmüş eserler vardır. Bu eserler, bize hem biçim hem de içerik açısından nasıl kitaplar okumamız gerektiğini öğretiyorlar. Zamanı durdurduğumuz noktadan derin okyanusa baktığımızda Mimesis ve Okumanın Tarihi gibi eserlerin önemi de ortaya çıkıyor. Her ne kadar kanon kavramı tartışmalı olsa da bu devasa kitaplar okyanusunda bir okuma rehberine ihtiyacımızın olduğu ve bu ihtiyacın kanonlar yoluya karşılanabileceği kanısındayım. Bunun en iyi yolu da tıpkı Auerbach’ın ele aldığı gibi evrensel anlamda kabul görmüş eserleri (Kanon) ve onları örnek alarak yazılanları okumaktır. Bu yöntem bizi bir tüketim olarak okumaktan da alıkoyacaktır. Bilinçli bir okur olmanın yolu da buradan geçmektedir.