1 – Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Akademik ve mesleki yolculuğunuz nasıl şekillendi ve şu anki çalışmalarınız nelerdir?
Merhaba, 1980 Giresun doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Giresun’da; lisans eğitimimi Gazi Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde dereceyle bitirdim. Daha sonra iç mimarlık ve çevre tasarımı alanında yüksek lisans, mimarlık alanında ise doktora eğitimimi tamamladım. Doçentliğimi ise 2022 yılında yine mimarlık bilim alanından aldım. Açıkçası, öğrencilik yıllarımdan itibaren araştırmaya ve öğrenmeye olan ilgim ve merakım beni akademisyen olmaya yönlendirdi. Akademisyenliğe 2007 yılında Giresun Üniversitesi’nde başladım. 2022’de doçent unvanı aldım ve hâlen aynı üniversitede Mimarlık ve Şehir Planlama Bölümü Mimari Restorasyon Programı’nda görevime devam etmekteyim.
Eğitim sürecimin her alanında tasarıma, mekana, kente ve kent tarihine ilgi duydum. Dolayısıyla farklı ölçeklerde olsa da çalışmalarım hep mekanla, yapıyla ve bunların kent mekânına etkisi ile ilişkili oldu. Bu anlamda eğitim hayatım boyunca kazandığım çok disiplinli bakış açısının, çalışmalarımı zenginleştirdiğini ve bilimsel anlamda farklı bakış açıları edinmemi sağladığını düşünüyorum. Giresun, maalesef, başta kent tarihi araştırmalarında olmak üzere, kent mekanı ile ilgili çalışmalara çok fazla konu edilmemiş bir kent. Bu nedenle çalışmalarımın başrolünde Giresun var ve kentin tarihi ve mekansal gelişimi ile ilişkili çalışmalarıma hızla devam ediyorum.
2- Türkiye’deki kentleşmeyi son yıllarda nasıl gözlemlediniz ve gelecekte şehirleri şekillendirecek temel eğilimler neler olacak?
Kentler aslında sürekli devinim halindedir ve toplumsal yapıdaki değişimden etkilenir ve biçimlenir. Ancak bu gerçekleşirken de kendi kent kültürünü ve kimliğini korur, kentin tarihi verileri her zaman yönlendirici olur. Bence Türkiye’de kentleşmedeki en büyük problem kentlerin kendi kültüründen kopması ve kent tarihini hiçe sayması. Bu nedenle günümüzde Anadolu’daki pek çok kent, gerek yapı özellikleri, gerekse kent yönelimleri ile birbirine benzer bir yapıya sahip. Dolayısıyla da kent kimliğinden bahsetmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Kentleşmeyi belirleyen en önemli unsur maalesef rant kaygısı olarak karşımıza çıkıyor ve Türkiye için bu argüman uzun yıllar geçerliliğini koruyacak gibi görünüyor. Öte yandan gelecekte kentleri şekillendirecek temel eğilimlerin başında teknolojik gelişmeler geliyor bence. Bunun hem olumlu hem olumsuz yönlerini yaşayacağımızı düşünüyorum. Pandemi döneminde yaşadığımız ortam, sosyalleşmenin farklı boyutlarını deneyimlememizi sağladı. Bu süreç kentsel açık mekanın bile farklı önceliklerle tasarlanabileceğini gösterdi bize, bir anlamda ezberlerimizi bozduk. Öte yandan yeni teknolojilerin gerek mekansal gerekse yöntem olarak mekanların üretimindeki etkinliği, demografik olarak ailelerin küçülmesi, mekansal ihtiyaçların değişmesi, sosyalleşme kavramındaki değişim ve bunun gibi toplumsal yapıyı etkileyen pek çok değişken kentleşmeyi etkileyen unsurlar olarak karşımıza çıkacaktır.
3 – Kentlerin hem tarihî kimliklerini koruyup hem de modern gelişmelere ayak uydurabilmesi konusunda karşılaşılan en büyük zorluklar nelerdir?
Az öncede belirttiğim gibi aslında bu konudaki en büyük güçlük rant kültürü. Herkesin kendi çıkarını ve maddi gücünü öncelemesi. Tabi ki bu amaçla yasadaki boşlukların her noktasına kadar kullanılması, liyakat konusundaki sorunlar, kaynakların etkili bir şekilde kullanılmaması ve kentli kültürünün Türk toplumunda tam anlamıyla karşılık bulamamış olması gibi konular kentlerin tarihi kimliklerini koruyarak modern gelişmelere ayak uydurmasındaki en önemli problemler olarak karşımıza çıkıyor.
4- Kentsel büyümenin şehirlerin sosyo-kültürel dokusunu nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz ve yerel kimliği korumak için hangi önlemler alınmalı?
Kentsel büyüme kaçınılmaz elbette. Ancak Türkiye’de dengeli bir kentsel büyümeden bahsedemiyoruz. Burada dengeli kentsel büyüme olarak kastettiğim ülkenin her şehrinde nüfus artışı ve kentsel büyümenin söz konusu olması ve bu kentlerin her birinde kentleşmenin sağlam, bilimsel çalışmalarla kontrollü bir şekilde gerçekleşmesi. Oysa Türkiye’de ,başta elbette İstanbul olmak üzere, belli başlı kentlerde nüfusun yoğunlaştığını ve uzun yıllardır devam eden bu eğilimin de kontrol edilemediğini görüyoruz. Bunu önlemenin tek bir yolu var; tüm kentlerde öncelikle iş olanaklarının arttırılması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yeterli bir düzeye getirilmesi ve kırsal alanda kalkınmanın sağlanması. Bu nedenle hem ülkemizde hem de dünyada önemli ekonomik krizlerin yaşandığı bu dönemde kırsal alanın cazip hale getiren projelerin desteklenmesi ve nüfusun dengeli dağılımın sağlanması hayati öneme sahip. Çünkü günümüzde plansız ve dengesiz kentleşme kentlerin fiziksel yapısının yanı sıra toplumun sosyo-kültürel yapısını da olumsuz etkiliyor. Kentte yaşayan her bireyin kentin imkanlarından yararlanamadığı, hem kültürel hem de sosyal anlamda en temel insani ihtiyaçlarını karşılayamadığı bir düzen söz konusu. Başka bir ifade ile kentlerde kentin olanaklarının eşit şekilde dağıtılamadığı bir yapı hakim. Bu yapıda insanların mutsuz, umutsuz olması kaçınılmaz. İşte bu noktada kentin sahip olduğu olumlu fiziksel nitelikler, kentliye sundukları ve kimliği kentli olma bilincini sağlayacak ve yerel kimliği korumaya katkı sağlayacak en önemli unsurlar olarak karşımıza çıkar. Aslında bu açıdan bakıldığında mekanın büyük bir güce sahip olduğunu düşünüyorum.
5- “Yanlış restorasyon” kavramını nasıl tanımlarsınız ? Yanlış restorasyonun kentsel çevre üzerindeki uzun vadeli sonuçları nelerdir, hem estetik hem de yapısal açıdan?
Restorasyon aslında en basit tanımıyla kültürel ve tarihi miras yapılarının özgünlüklerine uygun olarak onarılması ve gelecek nesillere aktarılmasıdır. Bu tanımdan da anlaşıldığı üzere yapının özgünlüğünü korumak restorasyonun kritik noktası. Dolayısıyla yapıya restorasyon amaçlı müdahalenin şekli, tekniği ve malzeme seçimi özgünlüğüne zarar verdiğinde “yanlış restorasyon” dan söz edilebilir. Bence yanlış restorasyon aslında o yapıya hiç müdahale edilmemesinden daha büyük sorunlara neden olabilir. Çünkü yanlış müdahalenin geri dönüşü çok daha zordur ve yapıda kalıcı hasarlara neden olabilir. Öte yandan yanlış restorasyonun toplumsal boyuttaki zararları da yadsınamaz. Her yapı özgündür ve dönemin politik, kültürel ve ekonomik yapısının çözümlenmesinde yol gösterici tarihi belge niteliğine sahiptir. Dolayısıyla yanlış restorasyon, kente ilişkin yanlış çözümlemelere ulaşılmasına, kent tarihinde kopukluklara neden olur. Bu süreçte zarar gören estetik değerler ve algı hem yapı kimliğinde hem de kollektif kent kimliğinde önemli kayıplara neden olur ve uzun vadede kentler bu değişime paralel olarak şekillenir.
6 – Restorasyon projelerinde en iyiye ulaşmak için yerel yönetimler ve belki sivil toplum örgütleri sürece nasıl dahil olabilir?
Bence bu konudaki en büyük problemlerden biri restorasyon ve koruma alanında tek bir mevzuatın uygulamada olması ve yerel özelliklerin ve koşulların göz ardı edilmesi. Oysa tarihin ilk dönemlerine uzanan, çok kültürlü bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu nedenle her bölge için o bölgenin tarihsel ve kültürel verilerinin belirlediği farklı restorasyon mevzuatları olması gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan hem projelendirme, hem de uygulama aşamasındaki hatalı müdahaleler restorasyon süresi ve maliyeti ile ilgili önemli aksaklıklara neden olmaktadır. Denetimlerin yetersizliği ve bu süreçte koruma kurulunun dolaylı bir yaptırım gücüne sahip olması da cabası. Bu nedenle belediyelerde tamamı koruma ve restorasyon konularında uzman personellerden oluşan, projelendirme ve denetim konusunda tam yetkili birimler oluşturulmalıdır. Hazırlanan projeler halka tanıtılmalı, halkın fiili olarak sürece katılımı sağlanmalıdır. Mimarlar Odası, Şehir Plancıları Odası gibi sivil toplum örgütlerinin görüşleri alınmalıdır. Bu süreç şüphesiz, kentlide koruma bilincinin oluşmasına da zemin hazırlayacaktır.
7- Mimari restorasyon eğitimindeki en büyük eksiklikler nelerdir ve bu eksiklikler mesleki uygulamaları nasıl etkiliyor? Mimari restorasyon eğitim programlarında ne gibi iyileştirmeler veya değişiklikler önerirsiniz?
Türkiye’de mimari restorasyon programları ara eleman yetiştirmek amaçlı kurulmuşlardır ve 2 yıllık ön lisans derecesinde eğitim vermektedirler. Mezunlarının rölöve alabilmesi, yapının biçimsel, mekansal ve tarihsel özelliklerini çözümleyebilmesi ve onarım sürecinin çeşitli aşamalarında etkin bir şekilde rol alması beklenir. Bu anlamda bölümde, teorik bilginin ötesinde “uygulama” eğitimin en önemli kısmını oluşturur. Ancak meslek yüksek okullarında staj belirli sürelerle sınırlandırılmıştır. Örneğin Giresun Üniversitesi’nde 3+1 sistem yani 3 dönem eğitim, 1 dönem staj sistemi uygulanmaktadır. Oysa uygulama teoriye paralel bir süreçte sürdürülmelidir. Yani ikinci dönemden mezun oluncaya kadar geçen süreçte öğrenci haftanın belli günlerinde stajda, belli günlerinde akademide olmalıdır. Böylece öğrencinin mezun olduğunda çok ciddi bir iş deneyimine sahip olması ve piyasa koşullarına hazırlıklı olması sağlanabilir. Bunun dışında özellikle devlet üniversitelerinde eğitim hem mekansal hem de teknolojik anlamda, hem de teçhizat yeterliliği bakımından günümüz koşullarına uyumlu hale getirilmelidir.
8- Akademi ve sektör arasında restorasyon projelerinde yeterli iş birliği olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer yetersizse, bu nasıl geliştirilebilir?
Maalesef restorasyon alanında akademi ile sektör arasında yeterli işbirliğinin sağlanamadığını düşünüyorum. Bu noktada iki tarafın da eksiklikleri var şüphesiz. Sektör staj öğrencisine gereken önemi vermiyor. İş öğretmek yerine öğrenciyi günlük ofis işlerinde kullanmayı yeğliyor. Oysa o öğrenci firmanın ara eleman ihtiyacını giderebilecek niteliklerle eğitiliyor. Ancak şunu da belirtmek isterim; bazen bu durum öğrencinin de işine geliyor. Staj dönemi beklenen verimlilikte tamamlanmıyor. Akademi ise öğrencilerinin sahip olduğu nitelikleri destekleyemiyor. Bunu firmalara anlatamıyor ve denetimi sağlayamıyor. Bu noktada çözüm tanıtım ve bilinçlendirme ile sağlanabilir. Dolayısıyla akademi her zaman her alanda ilgili sektörlerle işbirliği içerisinde olmalı, akademilerde bu konuya odaklanan birimler kurulmalıdır.
9- Hızla değişen şehirlerin kentsel dokusunu daha iyi korumak için sizce hangi politikalar uygulanmalı veya hangi yasal düzenlemeler yapılmalıdır?
Günümüzde kentsel koruma politikaları merkezi yönetim tarafından belirlenmektedir. Oysa bu süreçte yerel yönetimlerin etkinliği arttırılmalı, plan kararları kentsel dokuyu korumaya yönelik bir bakış açısı ile oluşturulmalıdır. Ayrıca bu süreçte mevzuattan ziyade uygulama ile ilgili sorunların yaşandığını ve tam anlamıyla halk katılımının sağlanamadığını söylemek mümkün. Oysa halk katılımı kentlinin koruma bilincinin oluşturulmasında yadsınamaz bir etkiye sahip. Öte yandan korumanın yapı ölçeğiyle sınırlı bir kavram olarak ele alınması koruma politikalarının etkinliğini olumsuz yönde etkileyen bir diğer unsur olarak karşımıza çıkar. Oysa kentsel dokunun fiziksel, kültürel, toplumsal özellikleriyle bütünsel olarak korunması gerekir. Bu bütünsel bakış açısı toplumsal değişim ve gelişim ile etkileşim içinde olmalıdır. Dolayısıyla kentsel korumaya yönelik politikalar tüm bu sorunları çözümleyecek bir içeriğe sahip olmalı ve bilimsel bir temele dayanmalıdır.
10 – Restorasyon ve koruma çalışmalarında halkın rolü ne olmalı? Bu konuda farkındalığı artırmak için neler yapılabilir?
Az önce de belirttiğim gibi koruma sürecinde halk katılımı sağlanmasının kentlide koruma bilincinin oluşmasında oldukça etkili bir role sahip olacağını düşünüyorum. Sürece halkın fiili olarak katılımı sağlanmalı, kentli aktif rol oynamalıdır. Kent tarihine ilişkin araştırmalarda kentlinin arşiv belgelerini, sözlü ve yazılı tarih bilgisini paylaşması teşvik edilmeli, kent belleği oluşturulmalı; koruma kararları, planlar ve restorasyon projeleri çeşitli şekillerde halka sunulmalı ve tanıtılmalı, halkın projeler hakkındaki eleştirileri dikkate alınmalıdır.
- selinsarigolkaraibrahimoglu
- Kaynak: www.freepik.com. - www.peyzax.com - www.alivedatoygur.wordpress.com